Sabah vapurla boğazı geçmek... Bu sadece bir ulaşım yöntemi değil, İstanbul’un ruhunu ciğerlerine çekmenin en naif yollarından biri. Martı sesleri eşliğinde simit çay ikilisi, bir yandan Galata Kulesi'ne göz kırparken diğer yandan yeni güne yumuşak bir geçiş sağlar. İster Avrupa’dan Anadolu’ya geç, ister tersi; her seferinde yeni bir tablo çıkar karşına.
İstanbul’un gündüzü tam bir hız maratonudur. Metroda, minibüste, trafikte insanlar sürekli bir yerlere yetişmeye çalışır. Bu kaosun içinde bir simitçinin gülümsemesi ya da karşıdan gelen sokak kedisinin bakışı size “her şey yolunda” mesajı verir. Çünkü İstanbul, keşmekeşin içinde bile ahenk yaratabilen bir şehirdir.
Öğle arasında Karaköy’de bir kafede mola vermek, Eminönü’nde balık ekmek yemek ya da Beşiktaş’ta çay içmek; hepsi farklı semtlerin farklı ruhlarını keşfetmenin yoludur. Bu şehirde her semtin kendi kimliği vardır: Moda romantiktir, Cihangir bohemdir, Nişantaşı klasiktir.
Akşamüstü boğaza karşı gün batımı izlemek, günün tüm yorgunluğunu unutturabilir. Kırmızı, turuncu ve morun birleştiği o büyülü anı yakalayabilmek için insanlar saatlerce iskelede bekler. Ve o an geldiğinde herkes susar. Çünkü İstanbul o anda konuşur.
Gece... İstanbul’un en gizemli hali. Galata sokaklarında bir caz melodisi, Kadıköy’de sokak sanatçısının gitarı, Taksim’de kulaklara karışan kahkahalar. Bu şehir 24 saat yaşar. Ve bu yaşam, ne olursa olsun insanın kalbine dokunur.